|
BURAYA kadar genel olarak materyalizmin ne olduğunu
ve bütün materyalistler için ortak olan fikirlerin neler olduklarını
inceledik. Şimdi de materyalizmin, çağdaş materyalizme
varıncaya kadar, antikçağdan beri nasıl geliştiğini göreceğiz.
Kısacası, materyalizmin tarihini, baştan sona kısaca
gözden geçireceğiz.
Burada olduğu gibi, birkaç sayfa içinde, materyalizmin
tarihinin 2.000 yılını açıklamak gibi bir iddiamız yok; yalnızca
okura yol gösterecek olan genel bilgileri vermek istiyoruz.
Bu tarihi, kısaca da olsa, iyi incelemek için, şeylerin niçin
böyle ortaya çıkmış olduklarını, her an görmekten kaçınılmamalıdır.
Bu yöntemi uygulamamaktansa, bazı tarihsel
adları anmadan atlayıp geçmek, daha iyidir. Ama okurlarımızın
kafalarını bir sürü adla doldurmak istememekle birlikte,
kendilerince azçok bilinen bellibaşlı materyalist filozofları
tarih sırasına göre anmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Bu nedenle, işi basitleştirmek için, bu ilk sayfaları, konunun
sırf tarihsel yanına ayıracağız, sonra, bu bölümün ikinci
kısmında, materyalizmin evriminin niçin bilinen gelişme biçimini
geçirmesi gerektiğini göreceğiz.
I. BU TARİHİ ÖĞRENME ZORUNLULUĞU
Burjuvazi, materyalizmin tarihini sevmez ve bunun içindir
ki, burjuva kitaplarında öğretilen bu tarih, tamamen eksik
ve her zaman yanlıştır. Bu tarihi tahrif için çeşitli yollar
kullanılır:
1. Büyük materyalist düşünürler bilmezlikten gelinemediğine
göre, bu düşünürler, materyalist incelemeleri dışında
ne yazmışlarsa onlardan sözedilerek anılır ve bunların materyalist
filozoflar olduklarını söylemek unutulur.
Liselerde ya da üniversitelerde okutulan felsefe tarihinde,
böyle unutma olaylarına pek çok raslanır ve biz örnek
olarak, Marx ve Engels'ten önce en büyük materyalist düşünür
olan Diderot'yu anacağız.
2. Tarih boyunca, tutarsız ya da bilmeksizin materyalist
olan sayısız düşünür yaşamıştır. Yani onlar bazı yazılarında
materyalist, bazı yazılarında ise idealist idiler, örneğin
Descartes gibi.
Oysa, burjuvazi tarafından yazılan tarih, bu düşünürlerin,
yalnızca materyalizmi etkilemekle kalmamış, aynı zamanda
bu felsefeden tam bir akımın doğmasını sağlayan materyalist
düşüncelerini karanlıkta bırakmıştır.
3. Sonra, eğer bazı düşünürleri gözlerden gizlemede bu
iki tahrif yöntemi başarı sağlamazsa, bu düşünürler düpedüz
hasıraltı edilir.
İşte böylece, çağının büyük düşünürleri olan Holbach ve
Helvetius bilinmeden, 18. yüzyılın edebiyat ve felsefe tarihi
öğretilir.
Bu niçin böyledir? Çünkü materyalizmin tarihi, dünyanın
sorunlarını anlamak ve bilmek için özellikle öğreticidir
ve çünkü, materyalizmin gelişmesi, yönetici sınıfların ayrıcalıklarını
destekleyen ideolojiler için uğursuz bir gelişmedir.
Materyalizmin capcanlı ve her zaman hareket halinde
bir şey olmasına karşın, burjuvazinin onu yirmi yüzyıldır
değişmemiş, donup kalıplaşmış bir öğreti gibi sunmasının
nedenleri bunlardır.
Nasıl idealizm bütün bir dizi gelişim evrelerinden geçmişse,
materyalizm de geçmiştir. Materyalizm, doğa bilimleri
alanında çağ açan her yeni buluş ile kaçınılmaz olarak biçimini
değiştirmek zorundadır. (Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve
Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 25.)
Özet olarak da olsa, materyalizmin tarihini incelemenin
gereğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Bu incelemeyi yapmak
için, 1 başlangıçtan (Yunan antikçağından) Marx ve Engels'e
kadar; 2 Marx ve Engels'in materyalizminden günümüze
kadar olan iki dönemi birbirinden ayırmalıyız. (Bu
ikinci kısmı, diyalektik materyalizm ile birlikte inceleyeceğiz.)
Birinci döneme, marksizm-öncesi (premarxiste) materyalizm
diyoruz, ikincisine marksist materyalizm ya da diyalektik
materyalizm diyoruz.
II. MARKSİZM-ÖNCESİ MATERYALİZM
1. Yunan antikçağı.
Materyalizmin, her zaman bilimlere bağlı ve bilimlerle
birlikte evrim gösteren ve ilerleyen bir öğreti olduğunu
anımsayalım. Yunan antikçağında, İÖ 6. ve 5. yüzyıllarda,
bilimler, fizikçilerle birlikte boy vermeye başladığı zaman,
bu çağın (Thales, Anaksimenes, Heraklitos gibi) en iyi düşünür
ve filozoflarını kendine çeken materyalist bir akım da ortaya
çıkıyor. Bu ilk filozoflar, Engels'in dediği gibi, ister istemez
diyalektikçi olacaklardır. Bunlar, her yerde hareket,
her yerde değişiklik bulunması ve şeylerin birbirlerinden
ayrı, tek başlarına değil, ama birbirleriyle sıkıca bağlı olduğu
olgusuyla etkilendiler.
Diyalektiğin babası denilen Heraklitos şöyle diyordu:
Hiçbir şey hareketsiz değildir; her şey akar; aynı ırmakta
iki kez yıkanılamaz, çünkü ırmak ardarda gelen iki an
içinde asla aynı ırmak değildir; bir andan ötekine değişmiştir;
başka olmuştur.
Heraklitos, ilk olarak, hareketi, değişmeyi açıklamaya
çalışır ve şeylerin evriminin nedenlerini çelişkide görür.
Bu ilk filozofların anlayışları doğruydu, ama gene de bu
anlayışlar bırakıldı, çünkü bu anlayışları önsel (a priorz) olarak
formüle etmekle haksız bir duruma düşüyorlardı; bir
başka deyişle, bu çağın bilimlerinin durumu, onların ileri
sürdükleri fikirleri tanıtlamaya elverişli değildi. Öte yandan
diyalektiğin açılıp gelişmesi için zorunlu olan toplumsal koşullar
(bunların neler olduklarını daha ilerde göreceğiz), henüz
gerçekleşmemişti.
Ancak çok sonra, 19. yüzyıldadır ki, diyalektiğin doğruluğunu
tanıtlamaya (toplumsal ve düşünme düzeyi bakımından)
olanak veren koşullar gerçekleşeceklerdir.
Başka Yunan düşünürlerinin de materyalist anlayışları
oldu: Demokritos'un hocası olan Leucippos (İÖ 5. yüzyıl)
daha o zaman, Demokritos'un teorisini kurduğu atomlar sorununu
tartışıyordu.
Demokritos'un öğretilisi Epiküros (İÖ 341-270), felsefesi
ortaçağ kilisesi tarafından tamamen tahrif edilmiş olan çok
büyük bir düşünürdür. Kilise, felsefi materyalizme karşı kini
yüzünden, Epiküros'un öğretisini, son derece ahlaka aykırı
ve bayağı tutkuları savunan bir öğreti olarak sunmuştur.
Gerçekte ise, Epiküros, dünya zevklerinden elini eteğini çekmiş
bir kişi idi ve onun felsefesi, insan yaşamına, bilimsel
(dolayısıyla dine karşı) bir temel kazandırmayı hedef alıyordu.
Bütün bu filozoflar, felsefenin, insanlığın yazgısına bağlı
olduğu bilincine sahiptiler ve biz, orada, daha şimdiden onlar
tarafından, materyalizme karşı çıkan resmi teoriye bir
muhalefet yürütüldüğünü saptıyoruz.
Ama, antikçağ Yunanistanı'na büyük bir düşünür egemendir.
Bu, daha çok idealist olan Aristoteles'tir. Etkisi çok
büyük olmuştur. Bu nedenle, onu, özellikle anmamız gerekir.
Aristoteles, o çağın, yeni bilimlerin yarattığı boşluklarla
dolup taşan insan bilgilerinin bir envanterini hazırlamıştır.
Evrensel bir kafaya sahip olarak bütün konular üzerinde sayısız
kitaplar yazmıştır. Yalnızca idealist eğilimleri anılan,
ama materyalist ve bilimsel yönleri üzerinde durulmayan
Aristoteles, bilgisinin evrenselliği ile ortaçağın sonuna kadar,
yani yirmi yüzyıl boyunca, felsefe anlayışları üzerinde
çok etkili oldu.
Demek ki, bu dönem boyunca, antikçağ geleneği izlendi
ve ancak Aristoteles ile düşünüldü. Amansız bir baskı, başka
türlü düşünenleri kasıp kavuruyordu. Ama her şeye karşın;
ortaçağın sonlarına doğru, maddeyi yadsıyan idealistler ile
maddi bir gerçeğin varolduğunu düşünenler arasında bir savaşım
başladı.
11. ve 12. yüzyıllarda, Fransa'da, özellikle İngiltere'de bu
çekişme sürdü.
Başlangıçta, materyalizmin geliştiği başlıca ülke, İngiltere'dir.
Marx şöyle der:
Materyalizm, Büyük Britanya'nın gerçek çocuğudur. (K. Marx-
F. Engels, Kutsal Aile, Sol Yayınları, Ankara 1994, s. 171.)
Kısa bir süre sonra, materyalizm, Fransa'da açılıp gelişecektir.
Kısacası, 15. ve 16. yüzyıllarda, iki akımın, İngiliz
materyalizmi ile Fransız materyalizminin ortaya çıktığını
görüyoruz ki, bu iki akımın birleşmesi, 18. yüzyıl materyalizminin
gelişmesine çok büyük bir katkıda bulunacaktır.
2. İngiliz materyalizmi.
İngiliz materyalizminin... gerçek atası Bacon'dır. Doğa
deneyine dayanan bilim, onun gözünde gerçek bilimi oluşturur
ve duyulur fizik, gerçek bilimin en soylu parçasıdır.
(Marx-Engels, Kutsal Aile, s. 172.)
Bacon, bilimlerin incelenmesinde, deneysel yöntemin kurucusu
olarak ün yapmıştır. Onun için önemli olan, bilimi,
doğanın büyük kitabında okumaktır, ve bu, bilimin, Aristoteles'in
birkaç yüzyıl önce bıraktığı kitaplarda arandığı bir
çağda, özellikle ilginçtir.
Örneğin fizik incelemesi yapmak için şöyle bir yol izleniyordu:
Belirli bir konuda Aristoteles'in yazdığı parçalar alınıyordu;
sonra, büyük bir tanrıbilimci olan Aquinolu Thomas'ın
kitapları alınıyor ve Aquinolu Thomas'ın, Aristoteles'in
parçaları üzerine yazdıkları okunuyordu. Profesör ise,
kişisel bir yorum yapmıyor, hele ne düşündüğünü hiç söylemiyordu,
ama Aristoteles'i ve Thomas'ı yineleyen üçüncü bir
kitaba uyuyordu. İşte ortaçağın skolastik denilen bilimi bu
idi: Bu, kitabi bir bilimdi, çünkü yalnızca kitaplarda inceleniyordu.
İşte Bacon, doğanın büyük kitabını incelemeye çağrıda
bulunarak, bu skolastiğe, bu donmuş öğrenime karşı çıkıyordu.
Bu çağda, bir soru soruluyordu:
Fikirlerimiz nereden geliyor? Bilgilerimiz nereden geliyor?
Her birimizin fikirleri var, ev fikri gibi. Materyalistler,
bize fikir, evler varolduğu için gelir derler. İdealistler ise,
bize ev fikrini tanrının verdiğini düşünürler. Bacon da, fikrin
yalnızca şeyler görüldüğü ya da şeylere dokunulduğu için
varolduğunu söylüyor, ama bunu, henüz tanıtlayamıyordu.
Fikirlerin deneyimden nasıl geldiğini tanıtlamaya ilk girişen
Locke ( 1632-1704) olmuştur. Locke, bütün fikirlerin deneyimden
geldiğini ve bize, fikirlerimizi yalnız deneyimin
verdiğini gösterdi. İlk masa fikri, insana, daha masa olmadan
önce gelmiştir, çünkü, o deneyiyle, daha önce de bir ağaç
kütüğünü ya da bir taşı masa gibi kullanıyordu.
İngiliz materyalizmi, Locke'un fikirleri ile, 18. yüzyılın
ilk yarısında, Fransa'ya geçer; çünkü, bu felsefe, İngiltere'de
özel bir biçimde gelişmekte iken, Fransa'da da materyalist
bir akım oluşmaktaydı.
3. Fransa'da materyalizm.
Descartes'tan (1596-1650) başlayarak, Fransa'da da açıkça
materyalist bir akımın doğuşuna yer verilebilir. Descartes'ın
bu felsefe üzerinde büyük bir etkisi olmuştur, ama genellikle,
ondan sözedilemez.
Feodal ideolojinin, bilimlerin içinde bile capcanlı olduğu,
gördüğümüz gibi skolastik bir biçimde inceleme yapıldığı bu
çağda, Descartes, bu durumla savaşıma girişti.
Dinsel anlayış, feodal ideolojinin içine işlemiştir. Bu bakımdan
feodal ideoloji, kilisenin, tanrının yeryüzündeki temsilcisi
olarak, gerçeği tekelinde bulundurmasına dikkat eder.
Buradan çıkan sonuç şudur ki, düşüncesini, kilise öğreniminin
buyruğuna bağımlı kılmayan hiç kimse, herhangi bir
doğru ileri süremez. Descartes, bu anlayışı topa tutuyor. Elbette
ki, kiliseye, kilise olarak saldırmaz, ama yüreklilikle,
her insanın, inansın ya da inanmasın, aklının (doğal ışıkın)
deneyimiyle gerçeğe ulaşabileceğini öğretir.
Descartes, Yöntem Üzerine Konuşmalar (Discours de la
methode) adlı kitabının daha başında, Sağduyu, herkesin en
iyi paylaştığı şeydir diye açıklar. Bu nedenle, herkes bilim
önünde eşit haklara sahiptir. Ve örneğin, o zamanın hekimliğinin
güzel bir eleştirisini (Moliere'in Hastalık Hastası, Descartes'ın
eleştirilerinin bir yankısıdır) yapıyordu, çünkü bilimin
gerçek bir bilim olması için, tek kanıtları Aristoteles
ve Aziz Thomas olan ve kendi zamanına kadar öğretilenin
terkedilerek doğanın araştırılması üzerine kurulmuş gerçek
bir bilim olmasını istiyordu.
Descartes, 17. yüzyılın başında yaşıyordu; bunu izleyen
yüzyılda, devrim patlak vermişti, bu nedenle denilebilir ki, o,
yeni bir dünyaya, doğmakta olan dünyaya girmek üzere,
kaybolmakta olan bir dünyadan çıkıyordu. Bu durum, Descartes'ı
bir uzlaştırıcı yapar; o, materyalist bir bilim yaratmak
ister, ama aynı zamanda da idealisttir, çünkü dini kurtarmak
ister.
Onun çağında, niçin yaşayan hayvanlar vardır? diye bir
soru sorulduğu zaman, tanrıbilimin hazır yanıtlarına tamamen
uygun olan, çünkü onları yaşatan bir ilke vardır, diye
karşılık verilirdi. Descartes, tersine, hayvan yaşamı yasalarının
yalnızca maddede bulunduğunu savunuyordu. Ayrıca,
öteki makinelerin demirden ve tahtadan yapılmış olmaları
gibi, hayvanların da etten, kastan yapılma makinelerden
başka bir şey olmadıklarına inanıyor ve bunu iddia ediyordu.
Hatta, ne bu makinelerin, ne de ötekilerin duyumları olmadıklarını
düşünüyordu ve onun felsefesiyle övünen kişiler,
Port-Royal manastırında, haftalarca süren incelemeleri sırasında
köpeklere bir şey batırıldığı zaman, şöyle diyorlardı:
Doğa ne kadar iyi yapılmış, sanılır ki acı duyuyorlar!..
Materyalist Descartes'a göre hayvanlar, demek ki, birer
makine idi. Ama insan, o başka, çünkü onun bir ruhu var, diyordu
idealist Descartes...
Descartes'ın geliştirdiği ve savunduğu fikirler, bir yandan
açıkça materyalist olan bir felsefe akımı, beri yandan da
idealist bir akım doğuracaktır.
Karteziyen (dekartçı) materyalist kolu sürdürenler arasında,
yalnızca La Mettrie (1709-1751) üzerinde duracağız.
La Mettrie, bu makine-hayvan tezini alarak, onu insana kadar
genişletir. Niçin insan da bir makine olmasın?.. O, insan
ruhunun kendisini de fikirlerin mekanik bir biçimde hareket
ettikleri bir mekanizma olarak görür.
İşte bu dönemde, İngiliz materyalizmi, Locke'un fikirleri
ile Fransa'ya girer. Bu iki akımın bileşiminden, daha gelişmiş
bir materyalizm doğacaktır. Bu da şu olacaktır:
4. 18. yüzyıl materyalizmi.
Bu materyalizm, aynı zamanda alkışlanmaya değer yazarlar
ve düşünce savaşçıları olmasını da bilen filozoflar tarafından
savunuldu; bunlar, her zaman toplumsal kurumları
ve dini eleştirdikleri, teoriyi pratiğe uyguladıkları ve iktidara
karşı sürekli savaşım halinde oldukları için, zaman zaman
Bastille ya da Vincennes zindanlarına atıldılar.
Bunlar, çalışmalarını büyük Ansiklopedi'de topladılar ve
orada materyalizmin yeni doğrultusunu saptadılar. Ayrıca,
büyük bir etki yarattılar, çünkü, Engels'in de dediği gibi, bu
felsefe, bütün kültürlü gençliğin inancıydı.
Bu, Fransız felsefe tarihinde de, Fransız özelliği taşıyan
bir felsefenin gerçekten halka malolduğu tek çağ oldu.
1713'te Langres'da doğan ve 1784'te Paris'te ölen Diderot,
bütün bu harekete egemendir. Burjuva tarihinin söylemediği,
ama her şeyden önce söylenmesi gereken şey, Diderot'nun,
Marx ve Engels'ten önce, en büyük materyalist düşünür
olduğudur. Lenin, Diderot'nun, çağdaş (diyalektik)
materyalizmin sonuçlarına hemen hemen ulaştığını söyler.
Diderot, gerçek bir militan olmuştur; her zaman kiliseye
karşı, toplumsal duruma karşı savaşmış, zindanları tanımıştır.
Çağdaş burjuvazi tarafından yazılan tarih, onu çoğu kez
hasıraltı etmiştir. Diderot'nun materyalizm üzerindeki pek
büyük etkisini anlamak için Diderot ile d'Alembert'in Diyalogları'nı,
Rameau'nun Yeğeni'ni, Kaderci Jacques'ı okumak gerekir.
(Bakınız: Halk Klasikleri koleksiyonunda (Editions Sociales)
yayınlanmış olan, Diderot (6 cilt), Holbach, Helvetius, La Mettrie ve
Morelly ile, bir ölçüde de, Rousseau ve Voltaire'in metinleri.)
19. yüzyılın ilk yarısında, tarihsel olaylar nedeniyle, materyalizmde
bir gerileme görüyoruz. Bütün ülkelerin burjuvazisi,
idealizm ve dinden yana büyük bir propagandaya başlıyor,
çünkü, o, yalnızca ilerici (materyalist) fikirlerin yayılmasını
istememekle kalmıyor, ayrıca iktidarı elinde tutabilmek
için düşünürleri ve yığınları uyutmaya da gereksinme
duyuyor.
İşte o sırada, Almanya'da, Feuerbach'ın, bütün idealist
filozofların ortasında, materyalizmi, içtenlikle yeniden tahta
çıkartarak (F. Engels, Ludwig Feuerbach ue Klasik Alman
Felsefesinin Sonu, s. 18.) materyalist inançlarını açıkladığını
görüyoruz.
Feuerbach, dinin eleştirisini kökünden geliştirerek, materyalizmin
unutulmuş olan temellerini sağlıklı ve gününe
uygun bir biçimde yeniden ele alıyor ve böylece çağının filozoflarını
etkiliyor.
19. yüzyılda, sayesinde bilimlerin çok büyük bir ilerleme
kaydettiği, özellikle üç büyük buluşun yapıldığı döneme, canlı
hücrenin, enerjinin dönüşümünün, evrimin (Darwin) bulunuşu
(F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin
Sonu, s. 45.) dönemine geliyoruz; bunlar, Feuerbach tarafından
etkilenmiş olan Marx ve Engels'in, bize çağdaş ya da diyalektik
materyalizmi vermek üzere, materyalizmi geliştirmelerine
yolaçacaktır.
Marx ve Engels'ten önceki materyalizmin tarihini, çok
kısa olarak, görmüş bulunuyoruz. Marx ve Engels, kendilerinden
önce gelen materyalistlerle, birçok ortak noktalarda
aynı görüşte olmakla birlikte, aynı zamanda bu eski materyalistlerin
yapıtlarında birçok kusur ve boşluk olduğunu düşünüyorlardı.
Onların marksizm-öncesi materyalizmde yaptıkları değiştirmeleri
anlamak için, bu kusur ve boşlukların neler olduğunu
ve niçin böyle olduğunu araştırmak kesin olarak zorunludur.
BAŞKA bir deyişle, materyalizmin ilerlemesine katkısı
olan çeşitli düşünürleri bir bir saydıktan sonra, bu ilerlemenin
nasıl ve hangi anlamda gerçekleştiğini ve neden şu ya da
bu biçimde bir evrim gösterdiğini araştırmasaydık, materyalizmin
tarihinin incelenmesi eksik kalırdı.
Özellikle 18. yüzyıl materyalizmi ile ilgileniyoruz, çünkü
bu materyalizm, materyalizm felsefesinin çeşitli akımlarının
sonucu olmuştur.
Şu halde, bu materyalizmin yanılgıları nelerdi, eksik
yanları nelerdi, onları inceleyeceğiz; ama şeylere, hiçbir zaman
tekyanlı bir anlayışla değil, tersine, bütün yönlerini ele
alan bir anlayışla bakmamız gerektiğinden, bu materyalizmin
erdemlerini, değerli yanlarının neler olduğunu da belirteceğiz.
Başlangıcında diyalektik olan materyalizm, bu temeller
üzerinde gelişmesini sürdüremedi. Bilimsel bilgilerin yetersizliği
nedeniyle, diyalektik düşünme tarzı bırakılmak zorunda
kalındı. Önce bilimleri yaratmak ve geliştirmek gerekiyordu.
Süreçleri incelemeden önce, şeyleri incelemek gerekiyordu.
(F. Engels, Ludwig Feuerbach ue Klasik Alman Felsefesinin
Sonu, s. 44.)
Demek ki, materyalizm ile bilimler arasındaki sıkı birlik,
bu felsefeye, daha sağlam ve bilimsel temeller üzerinde, yeniden
diyalektik materyalizm haline, yani Marx ve Engels'in
materyalizmi haline gelme olanağını sağlayacaktır.
Öyleyse, materyalizmin doğum kaydını, bilimin doğum
kaydı yanında bulacağız. Ama, biz materyalizmin nereden
geldiğini her buluşumuzda, idealizmin nereden geldiğini de
ortaya koyabileceğiz.
III. İDEALİZM NEREDEN GELİR?
İdealizm, tarih boyunca, eğer dinin yanıbaşında varolabilmiş,
din tarafından hoşgörüyle karşılanmış ve onanmışsa,
bu, aslında idealizmin dinden doğmasından ve dinden türemesindendir.
Lenin, bu konuda öğrenmemiz gereken bir formül yazmıştır:
İdealizm, dinin arıtılmış ve inceltilmiş bir biçiminden
başka bir şey değildir. Bu, ne demektir? Bu, idealizm,
kendi anlayışlarını dinden çok daha esnek bir biçimde sunabilir
demektir. Evrenin, karanlıklar üstünde yüzmekte olan
bir ruh tarafından yaratılmış olduğunu, tanrının maddesiz
olduğunu iddia etmek, sonra, birdenbire dinin yaptığı gibi,
tanrının (kelam ile) konuştuğunu ve tanrının bir oğlu olduğunu
(İsa) açıklamak, bunlar kabaca sunulmuş bir dizi fikirlerdir.
İdealizm, dünyanın ancak bizim düşüncemizde, bizim
ruhumuzda varolduğunu iddia etmekle, kendini daha üstü
kapalı bir biçimde sunar. Aslında, biz biliyoruz ki, bu da öz
olarak aynı anlama gelir, ama biçim olarak daha az kaba ve
daha incedir. Bunun için idealizm, dinin inceltilmiş biçimidir.
İdealizm daha da işlenmiş, daha da inceltilmiştir, çünkü
idealist filozoflar, tartışmalarda, Berkeley'in diyalogları
Philonoüs'ün zavallı Hylas'a yaptığı gibi, soruları önceden görüp
önlemeyi ve tuzaklar kurmayı bilirler.
Ama idealizm dinden gelir demek, sorunu kısaca geçiştirmek,
ertelemektir, ve biz hemen kendimize sormalıyız, o halde:
IV. DİN NEREDEN GELİR?
Engels, bu konuda, bize çok açık bir yanıt vermiştir:
Din, insanın sınırlı anlayışlarından doğmuştur. (Sınırlı burada
dar anlamındadır.)
İlk insanlar için bu bilgisizlik iki kattır: doğayı bilmemek,
kendi kendilerini bilmemek. İlkel insanların tarihini
incelerken, sık sık bu ikili bilgisizliği düşünmek gerekir.
Gene de ilerlemiş bir uygarlık saydığımız Yunan antikçağında,
bu bilgisizlik, bize çocuksu görünür; örneğin, Aristoteles'in
yeryüzünün hareketsiz olduğunu, evrenin merkezi olduğunu
ve gezegenlerin yeryüzünün çevresinde döndüğünü
düşündüğünü gördüğümüz zaman. (Aristoteles'e göre, bu gezegenler
46 taneydi, bunlar bir tavana çakılı çiviler gibi kımıldamadan
ve bir bütün halinde, yeryüzünün çevresinde
dönmekte idi...)
Yunanlılar, su, toprak, hava ve ateş dedikleri ve artık ayrıştırılamayan
dört öğenin varolduğunu düşünüyorlardı. Bütün
bunların yanlış olduğunu biliyoruz, çünkü şimdi artık
suyu, toprağı ve havayı kendi öğelerine ayırabiliyoruz ve ateşi
de bu yukardakilerle aynı türden bir cisim saymıyoruz.
Yunanlılar, bizzat insan hakkında da çok bilgisizdiler,
çünkü organlarımızın görevlerini bilmiyorlardı ve örneğin
yüreğin, cesaretin merkezi olduğunu sanıyorlardı.
Daha o zamandan çok ilerlemiş saydığımız Yunan bilginlerinin
bilgisizliği bu kadar büyük olduğuna göre, onlardan
binlerce yıl önce yaşamış insanların bilgisizliği ne olur?
İlkel insanların doğa ve kendileri hakkındaki anlayışları;
bilgisizlik yüzünden gelişmemişti. Ama bu insanlar,
herşeye karşın, eşyayı açıklamaya çalışıyordu. İlkel insanlar
hakkında elimizde bulunan bütün belgeler, bize, düşlerin,
bu insanların kafalarında, düşüncelerinde çok yer tuttuğunu
söyler. Daha ilk bölümümüzde, insanın bir eş varlığı
olduğuna inanarak, bu düşler sorununu, nasıl çözümlemiş
olduklarını gördük. Başlangıçta, bu eşe ayrıca maddi kıvamı
olan bir tür saydam ve hafif bir beden atfediliyordu. İnsanda,
ölümden sonra da yaşamını sürdüren maddesiz bir ilke,
ruhsal bir ilke olduğu anlayışı, çok sonra doğmuştur. (Ruhsal,
yani spiritüel sözcüğü, ruhtan, yani esprit'den gelir ki,
esprit, Latincede, soluk demektir; son nefes ile birlikte giden
soluk esnasında, ruh (can, ame) çıkar ve yalnız ikincinin
varlığı sürer gider.) Öyleyse, düşünceyi ve düşü açıklayan
ruhtur.
Ortaçağda, insanların, ruh üzerine garip anlayışları vardı.
Yağlı bir bedende ince bir ruh, ince bir bedende ise büyük
bir ruh olduğu düşünülüyordu. Bunun içindir ki, bu çağda,
çileciler (zahitler, ascetes), büyük bir ruhları olsun diye, ruha
büyük bir barınak yapmak için sık sık uzun süren oruç tutuyorlardı.
İlkel insanlar, önce saydam eş biçiminde ve sonra ruh biçiminde,
insanın ölümünden sonra da yaşadığı ruhsal ilkeyi
benimseyerek, tanrıları yarattılar.
İlkin insandan daha güçlü, gene de maddi bir biçimde
bulunan varlıklara inanırken, buradan yavaş yavaş bizimkinden
üstün bir ruh biçiminde tanrıların varlığına inanmaya
vardılar. Böylece, Yunan antikçağında olduğu gibi, her birinin
belirli bir görevi olan birleşik birçok tanrı yarattıktan
sonra, buradan tek tanrı anlayışına ulaştılar. İşte o zaman,
günümüzdeki tektanrıcı din (Tektanrıcılık (Monotheisme),
Yunanca monos: bir tek - ve theos: tanrı sözlerinden
oluşur.) yaratılmış oldu. Böylece açıkça görüyoruz ki,
dinin kökeni, bugünkü biçimiyle bile, bilgisizlik olmuştur.
Demek ki, idealizm, insanın sınırlı, dar anlayışlarından,
bilgisizliğinden doğuyor; oysa materyalizm, tersine, bu sınırların
geriye itilmesinden, geriletilmesinden doğar.
Felsefe tarihi boyunca, idealizm ile materyalizm arasındaki
bu sürekli savaşıma tanık olacağız. Materyalizm bilgisizliğin,
sınırlarını geriletmek ister, ve bu, materyalizmin zaferlerinden
biri, erdemlerinden biri olacaktır. İdealizm ve
onu besleyen din, tersine, bilgisizliğin sürdürülmesi için,
yığınların bu bilgisizliğinden, onlara baskıyı, ekonomik ve toplumsal
sömürüyü kabul ettirmede yararlanmak için bütün
çabaları harcar.
V. MARKSİZM-ÖNCESİ MATERYALİZMİN DEĞERLERİ
Yunanlılarda, embriyon halinde bir bilim oluşur oluşmaz,
materyalizmin de doğduğunu gördük. Bilim geliştiği zaman,
materyalizm de gelişir ilkesini izleyerek, tarih boyunca
şunları saptıyoruz:
1. Ortaçağda bilimlerde zayıf bir gelişme, materyalizmde
bir duraklama.
2. 17. ve 18. yüzyıllarda bilimlerde çok büyük bir gelişmeye
uygun düşen materyalizmde büyük bir gelişme. 18.
yüzyıl Fransız materyalizmi, bilimlerdeki gelişmenin dolaysız
sonucudur..
3. 19. yüzyılda sayısız büyük buluşlara tanık oluyoruz ve
materyalizm, Marx ve Engels ile büyük bir değişikliğe uğruyor.
4. Bugün, bilimler ve aynı zamanda da materyalizm büyük
bir hızla ilerlemektedir. En iyi bilginlerin, çalışmalarında,
diyalektik materyalizmi uyguladıkları görülmektedir.
Demek ki, idealizm ile materyalizmin kökenleri tamı tamına
birbirine karşıdır; ve biz, yüzyıllar boyunca, bu iki felsefe
arasında, yalnızca akademik olmayan ve zamanımızda
da devam eden bir savaşım olduğunu görüyoruz.
İnsanlık tarihinin içinde geçen bu savaşım, bilim ile bilgisizlik
arasındaki savaşımdır, iki akım arasındaki savaşımdır.
Biri, insanlığı bilgisizliğe doğru çeker, onu bu bilgisizlik
içinde tutar; öteki, tersine, bilgisizliğin yerine bilimi koyarak
insanları özgür kılmaya, kurtarmaya yönelir.
Bu savaşım, engizisyon döneminde olduğu gibi, zaman
zaman, çetin biçimler almıştır. Engizisyon için, başka birçok
örnek arasında, Galilei örneğini alabiliriz. Galilei dünyanın
döndüğünü ileri sürer. Bu, İncil'le ve Aristoteles ile çelişen
yeni bir bilgidir: eğer dünya dönüyorsa, demek ki evrenin
merkezi değildir, kısaca evren içinde bir noktadır, öyleyse
yapmamız gereken şey, düşüncelerimizin sınırlarını genişletmek
olmalıdır. Acaba Galilei'nin bu buluşu karşısında ne yapılıyor?
İnsanlığı bilgisizlik içinde tutmak için dinsel bir mahkeme
kurulur ve Galilei pişman olmaya zorlanır.
(Galilei davası için bakınız: P. Laberenne, L'Origine des Mondes,
Editeurs Français Reunis.) İşte, bilgisizlik ile bilim arasındaki
savaşıma bir örnek.
Şu halde, bu çağın filozoflarını ve bilginlerini, bilgisizliğin
bilime karşı savaşımı içindeki yerlerine bakarak yargılamalıyız;
ve göreceğiz ki, onlar, bilimi savunurken, kendileri
de, bilmeden materyalizmi savunmaktaydılar. Bunun gibi,
Descartes da bize, düşünceleriyle, materyalizmi ileri götürebilmiş
olan fikirler vermiştir.
Ayrıca, bu savaşımın, tarih boyunca, yalnızca teorik bir
savaşım değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir savaşım
olduğunu da iyi görmek gerekir. Egemen sınıflar, bu savaşta
her zaman bilgisizlikten yanadırlar. Bilim devrimcidir
ve insanlığın kurtuluşuna katkıda bulunur.
Burjuvazinin durumu ilginçtir. 18. yüzyılda burjuvazi, feodal
sınıfın egemenliği altındadır ve o sıralarda bilimden yanadır;
bilgisizliğe karşı bir savaşım yürütür ve bize Ansiklopedi'yi
(Bakınız: Pages Choisies de L'Encyclopedie, Les Classiques du
Peuple, Editions Sociales.) verir. 20. yüzyılda burjuvazi egemen
sınıftır ve bilgisizlikle bilim arasındaki bu savaşımda, o,
eskisinden çok daha büyük bir vahşetle bilgisizlikten yanadır
(hitlerciliği inceleyiniz).
Şu halde görüyoruz ki, marksizm-öncesi materyalizm,
önemli bir rol oynamıştır ve tarihsel önemi çok büyük
olmuştur. Marksizm-öncesi materyalizm, bu bilgisizlikle bilim
arasındaki savaşım boyunca, dine, yani bilgisizliğe karşı olabilen
genel bir dünya anlayışı geliştirebilmiştir. Ve gene materyalizmin
bu evrimi, materyalizm çalışmalarının bu ardarda
sıralanışı iledir ki, diyalektik materyalizmin meydana
çıkabilmesi için gerekli koşullar gerçekleşebilmiştir.
VI. MARKSİZM-ÖNCESİ MATERYALİZMİN KUSURLARI
Materyalizmin evrimini anlamak ve kusurlarını ve boşluklarını
iyi görebilmek için, bilimle materyalizmin birbirine
bağlı olduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekir.
Başlangıçta, materyalizm, bilimlere göre daha öndeydi,
ve onun içindir ki, bu felsefe, kendisini hemen kabul ettiremedi.
Diyalektik materyalizmin haklı olduğunu tanıtlamak
için, bilimleri kurmak ve geliştirmek gerekiyordu, ama bu
yirmi yüzyıldan fazla bir zaman almıştı. Bu uzun dönem
içinde materyalizm, bilimlerden, özellikle de bilimsel düşünüşten
ve aynı zamanda en çok gelişmiş özel bilimlerden etkilendi.
Bunun içindir ki, geçtiğimiz yüzyılın (yani 18. yüzyılın)
materyalizmi her şeyden çok mekanikçi idi, çünkü bu çağda,
bütün doğa bilimleri arasında yalnız mekanik ve henüz ancak
-yeryüzündeki ve gökyüzündeki- katı cisimlerin mekaniği,
kısaca yerçekimi mekaniği belli bir olgunlaşma durumuna
ulaşmıştı. Kimya henüz çocuksu, filojistik biçimiyle
vardı. Biyoloji henüz kundaktan çıkmamıştı; bitkisel ve hayvansal
organizmalar ancak kabaca incelenebilmişti ve ancak
salt mekanik nedenlerle açıklanıyorlardı; Descartes için hayvan
nasıl bir makine ise, 18. yüzyılın materyalistlerine göre
de insan öyle bir makineydi. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve
Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 25.)
Hıristiyan ortağın kış uykusu döneminden sonra, bilimlerin
uzun ve yavaş evriminden çıkmış olan materyalizm,
işte bu durumdaydı.
Dünyayı büyük bir mekanizma olarak kabul eden bu dönemin
büyük yanılgısı, her şeyden, mekanik denilen bu bilimin
yasalarına göre sonuç çıkarmak olmuştur. Hareket, basit
bir mekanik hareket sayılarak, aynı olayların da durmadan
yenilenmesi gerektiği düşünülüyordu. Şeylerin makine
yanı görülüyor, ama yaşayan yanı görülmüyordu. Onun için
bu materyalizme mekanik (ya da mekanikçi) materyalizm
denir.
Bir örnek verelim: Bu materyalistler, düşünceyi nasıl
açıklıyorlardı? Şöyle: Nasıl karaciğer safrayı salgılarsa,
beyin de düşünceyi salgılar! Bu dar bir düşünüştür! Marx'ın
materyalizmi, tersine, bir dizi açıklık getirir. Düşüncelerimiz
yalnızca beyinden gelmez. Fikirlerimizin, düşüncelerimizin
niçin şöyle değil de böyle olduğunu anlamaya çalışmamız gerekir;
o zaman, bizim fikirlerimizi, toplumun, çevrenin vb.
belirlediğinin farkına varırız. Mekanikçi materyalizm, düşünceyi
basit bir mekanik olay olarak kabul eder. Oysa düşünce,
daha üstün bir şeydir. Mekanik yasaların da elbette
ki işlediği, etkili olduğu. ama daha üst sıradan yasalarca
daha geri plana atıldıkları kimyasal ve organik yapıdaki
olaylara da yalnız tek başına mekaniğin uygulanması, klasik
Fransız materyalizminin özgül, ama o dönem için kaçınılmaz
darlıklarından biridir. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik
Alman Felsefesinin Sonu, s. 25.)
İşte 18. yüzyıl materyalizminin birinci büyük yanlışı.
Bu yanılgının sonuçları şunlardı ki, o, genel olarak tarihi,
yani tarihsel gelişmenin bakış açısını, süreci bilmiyordu;
bu materyalizm, dünyanın evrim göstermediğini, düzenli
aralıklarla birbirine benzer durumların yeniden ortaya çıktığını
düşünüyordu ve insanın ve hayvanların evrimi diye bir
şeyi de aklından geçirmiyordu.
Bu materyalizmin ikinci özgül darlığı, evreni bir süreç
olarak, kesintisiz tarihsel gelişme yolunda bir madde olarak
kavramadaki yetersizliğidir. Bu, o çağda doğa bilimlerinin
ulaşmış oldukları düzeye ve bu doğa bilimlerine bağlı olan
metafizik, (Bundan sonraki kısımda metafizik yöntemin
incelenmesine başlayacağız.) yani anti-diyalektik felsefe
tarzına uygun düşüyordu. Doğanın, aralıksız sürüp giden bir
hareket içinde olduğu biliniyordu. Ama, çağın fikirlerine göre,
bu hareket, gene aynı şekilde aralıksız sürüp giden bir çember
çiziyordu ve bu yüzden de hiç ilerlemiyordu; daima aynı sonuçları
veriyordu. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman
Felsefesinin Sonu, s. 26.)
İşte bu materyalizmin ikinci yanlışı.
Üçüncü yanılgısı, kendi düşüncelerine fazla dalması, içine
kapanmasıdır; bu materyalizm, insan eyleminin dünyadaki
ve toplumdaki rolünü yeteri kadar görmüyordu. Marx'ın
materyalizmi, dünyayı yalnız açıklamakla yetinmememizi,
aynı zamanda, onu değiştirmemiz gerektiğini de öğretir. İnsan,
tarihte, dünyayı değişikliğe uğratabilecek etkin bir öğedir.
Rus komünistlerinin eylemi, yalnızca devrimi hazırlamak,
yapmak ve başarıya ulaştırmak yeteneğinin değil, aynı
zamanda, 1918'den beri, büyük güçlüklerin ortasında sosyalizmi
kurmak yeteneğinin de canlı bir örneğidir.
Marksizm-öncesi materyalizm, bu insan eylemi anlayışının
bilincinde değildi. O çağda, insan ortamın (Toplumsal ortam
sözkonusudur.) bir ürünüdür diye düşünülüyordu; oysa Marx bize
öğretiyor ki, ortam, insanın bir ürünüdür ve öyleyse insan da,
başlangıçta verilen bazı koşullar altında, kendi öz etkinliğinin
ürünüdür. İnsan nasıl ortamın etkisine uğrarsa, kendisi de ortamı,
toplumu değiştirebilir; öyleyse, buna göre, kendisini de değiştirebilir.
Demek ki, 18. yüzyılın materyalizmi, fazlaca düşüncelerine
dalıp kalıyordu, çünkü her şeyin bir tarihsel gelişmesi olduğunu
bilmiyordu. Ama bu, o zaman için kaçınılmaz bir
şeydi; çünkü bilimsel bilgiler, dünyayı ve şeyleri eski düşünme
yönteminden, yani metafizikten başka bir yöntem kullanarak
kavrayabilmek için yeteri kadar ileri gitmemişti.
OKUMA PARÇALARI
K. Marx-F. Engels, Kutsal Aile, s. 168-179.
Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, Alman İdeolojisi,
s. 20-26.
Plehanov, Materyalizm Tarihi Üzerine Deneme (Holbach,
Helvetius, Marx), Editions Sociales, 1957.
|
|